Hepsi 90larda olan neydi?

Burada gördüğünüz ürün sepetinde, tekinsiz olduğu hemen anlaşılan ‘şeyler’ var. Mermi kovanı, kar maskesi öyledir. Bunlar, belâyı çağrıştırırlar. Mermi öldürücüdür, kar maskesi yüzünü gizleyerek zor kullananları çağrıştırır. “Beyaz Toros”, kendi halinde bir otomobildir bir bakıma. Fakat bu marka arabaların 90’lı yıllarda gözaltına alma uygulamalarında rutin olarak kullanıldığı bilinir, lânet bir ün olarak yayılmıştır bu. Dolayısıyla “beyaz Toros”, öyle dört tekeri üzerinde durduğu gibi durmaz, ürpertici bir imgedir.

Sarı kırmızı yeşil ip örgüye de özel bir anlam yükleyebilirsiniz. Bu üçü yan yana dizildiğinde “Kürt renkleri” diye bilindiğinden, bir ara galiba Silvan’da trafik lambalarının bile değiştirilip yeşilin yerine mavi konduğunu biliyoruz.

Peki ya pijama, ceket, terlik, alış veriş filesi, telefon, hediye kâğıdı, dosya… Bunların pijama, ceket, terlik, alış veriş filesi, telefon, hediye kâğıdı, dosya olmaktan öte nasıl bir anlamları olabilir? Hediye kâğıdı, kaybolan (yani göz altına alınarak kaçırılan) bir babadan geldiği söylenen hediyeleri sarmak için kullanılmışsa, çocuklarının zihninde artık hiç göremeyeceklerini herhalde yavaş yavaş sezinledikleri babalarının sembolüne dönüşür – babalarının ve onun kaybedilmesinin hatırasına dönüşür.

Kaçırılan ve kaybedilen bir yakının tam o an, sevdiklerinden, yuvasından, hayatından çekilip kopartıldığı an oraya bırakıverdiği, ondan ‘düşmüş’ herhangi bir eşya, bir hafıza tutamağıdır artık. Bir pijama, bir hırka, yitenin hatırasını sarıp sarmalayıp saklar. Dahası, onun yine de dönüp gelebileceği ümidinin tutamağı olur. Bazen de, o korkunç anın hafızaya dikilmiş asık yüzlü bir heykeli.

Belki “hafıza aleti” de diyebiliriz o eşyalara. Hafıza aksamının bir parçası, hafızanın bir işletim aracı.

*

Herhangi bir aleti kullanmakta ustalaşmanın, -bütün becerilerde ustalaşmak gibi-, onu on bin saat kullanmakla edinilebileceğini saptamışlar. Bir “hafıza aletinde” o kahredici ustalığı kazanmak için, aslında tek bir an yetmez mi? Hafızada donan kayıp anı. Ama tabii, sonra o ceketle, o gömlekle, o telefonla cebelleşerek geçirilen kaç on bin saat!

*

2010’da kuruluş çalışmaları başlayan ve 2016’da açılan Saraybosna’daki Savaşta Çocukluk (veya Savaş Çocukluğu) Müzesi’nde, 3 binden fazla nesne arşivlenmiş. Yüzlerce çocuktan kalan, türlü türlü “yaşam malzemesi”, bu müzede bir süre çalışan Müge Tuzcuoğlu’nun deyişiyle.[1] Yine onun deyişiyle: “Dalga çekildikten sonra kalan deniz kabukları misali.” Bosna savaşını yaşayanlar, bir zaman geçip o felâket üzerine aralarında konuşurlarken, hemen hepsinin, ya cüzdanında ya evin bir köşesinde, bir dolapta bir çekmecede, o günlerden bir özel eşya sakladığını fark etmiş.

*

  1. yüzyıl başlarının çığır açıcı sosyolog-düşünürü Georg Simmel, “ruhsal özel mülkiyet”ten söz ederdi. Bir eşyanın, kişinin benliğinin uzantısı haline gelip, onu dünyaya doğru genişlettiği durumlarla ilgili söylüyordu bunu. O zaman eşya, işlevinden, maddî değerinden ve hukukî statüsünden tamamen ayrı olarak, işte “ruhsal bir özel mülk” haline gelirdi.

O pijama, o terlik, o telefon, o alış veriş filesi de, birer “ruhsal özel mülk” değil midir? Çok zaman, insanı genişletmeyip de kendi içine doğru daraltan…

*

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Her şey yerli yerinde” şiirinin bir dizesidir: “Rüyası ömrümüzün çünkü eşyaya siner”.

Her şey yerli yerinde değilse… “Kâbusu ömrümüzün çünkü eşyaya siner”.

*

Eşyadaki hafızayı, sadece şairler bilmiyor. Einstein’in parlak takipçilerinden, kuantum fizikçisi David Bohm, düşüncelerin ve duyguların mekâna ve eşyaya ‘sindiğini’ anlatır. Neticede bir enerji salınımı olan duygu ve düşünce, maddeye yapışıyordur, yapışıp kalıyordur. Bohm ve emsali başka bazı kuantum fizikçileri, sözgelimi telepatinin, parapsikolojiyi veya bâtıl inançlara mahsus olmayan maddî bir temeli olabileceğini söylerler.

Kaybedilenin sadece terinin, kokusunun değil, aklının fikrinin de ondan kalan o eşyaya sinmiş olduğuna inanana, bunu hissedene, hiç değilse öyle hayal edene, ne diyebilirsiniz?

Hafızanın dört duvarının arası, hüzünlü ve sevinçli anların üzerine sindiği eşyalarla dayanıp döşenir. Hafıza yas evine dönüştüğünde de, hatıraların yükünü taşıyan eşya, o kederhanenin çıplak duvarlarına asılan resim, soğuk zeminine serilen yaygı gibi, biraz olsun iç ısıtır belki.

*

Eski zaman zanaatkârları, işledikleri bir işe, imal ettikleri bir alete, diktikleri bir kumaşa, onu kendilerinin yaptığını belirten gizli bir işaret kondururlarmış. Ya da daha iyisi, ancak çok dikkatli bir gözün fark edebileceği bir küçük kusur bırakır, usulca bir yanlış yaparlarmış. O işaret veya o kusur, görmeyi bilen göz için, o ustanın imzası olurmuş.

Hukuk-kanun-vicdan tanımadan hayattan çekip alınan insanlardan kalan o sıradan eşyalarda görmeyi bilen gözün göreceği işaretler ve kusur demenin hiç yetmeyeceği o devasa kusur, şu dünyanın, şu memleketin düzeninin imzası gibidirler.

*

Görmeyi bilen göz, dedik. Zanaatkâr bakışı, mesela, eşyadan bilgi süzmeyi bilir. Eşyayı veya aleti evirip çevirirken, onun işlevini çözümler, yapılışındaki hüneri fark eder. Onun sırrını çözer. Eşyadan öğrenir.

Bu eşyalardan öğrenmek de, bize borç olmalı. Gören göze, hisseden kalbe, akleden zihne, körelmemiş vicdana borç…

[1] http://www.dvvidegisim.com/2017/12/11/kiyida-kalan-deniz-kabuklarina-dokunmak/